Yıl 1988. İstanbul Deniz Otobüsleri’nin Genel Müdür Teknik Yardımcısı olarak çalışıyorum. Beş gemi hizmette, beş gemi daha gelecek. Hizmet dışı olan gemiler Pendik Tersanesi’ne çekilip gerekli bakım ve kontrolleri yapılıyor. İşletmede çok sayıda mühendis var. Bu arkadaşların kendilerini yetiştirmede gösterdikleri isteksizliğe üzülüyorum… Bir gün, umutsuzluğa kapılmış masamda düşüncelere dalmıştım. Bir an Norveçli Kaptan Vik’in sesiyle kendime geldim. Kaptan Vik, “karamsar görünüyorsun, nedeni ne?” dedi. Bilinç yetersizliği, duyarsızlıklar ve durumumuz konusundaki umutsuzluğumu anlattım. Bana ciddi bir tavırla şunları söyledi; “Atatürk’e sahip bir ulusun insanları, umutsuz olamaz. Buna hakları yoktur. Biz sizin çok uzağınızda bir ülkeyiz. Atatürk bizim büyüğümüz değil. Bize Norveç’te Atatürk’ü okuttular. Onu öğrendik. Biz umutsuzluğu yenmeyi, Atatürk’ü okuyarak öğrendik. Atatürk bize umudu ve kendini yaratmayı öğretti”.
Fotoğraf: Maruf Şinik
Yıl 1989. Cezayir’in başkenti Cezayir’deyiz. Yetmiş, seksen ve doksanlı yıllarda; Kuzey Afrika ülkelerinin tümüne, yaşamları için gerekli olan pek çok şeyi Türkiye’de üretilmiş ürünlerle biz götürüyoruz. Bu ürünleri, Türk yapısı gemilerle taşıyoruz. Bir gün, geminin zabitan salonunda Cezayirli acente memuruyla sohbet ediyoruz. Memura şöyle bir soru sordum; “Resmi dil olduğu için Fransızcayı yani bir Avrupa dilini biliyorsunuz. Hemen karşınızda Fransa var. 1962 yılında bağımsızlığınızı kazandınız. Ancak, hala gelişmemiş bir ülke durumundasınız. Bunun nedeni nedir?” dedim. Şu yanıtı verdi; “Bağımsız bir ülke olduğumuz doğru. Ancak, bu kalkınmak için yeterli değil. Bizde, sizdeki gibi bağımsızlıktan sonra ülkeyi devrimleriyle çağdaşlaştırıp kalkındıracak bir Atatürk çıkmadı. Sizin en büyük şansınız Atatürk’tür. İlerleyip bugüne gelebilmenizin nedeni odur”.
Yıl 1982. Hindistan’ın Bombay şehrinde otelde yurda dönüş için uçak bekliyoruz. Bizim işlerle görevli acente memuru hepimizi grup olarak yemeğine götürdü. Restoranda her milletten denizci vardı. Yemek esnasında bir arkadaşımız sigarasını yakmak istedi, fakat çakmağı yanmadı. Yandaki masada oturan bir kişinin önünde sigara ve çakmak vardı. Şahsı Türk’e benzettiğim için çakmağı Türkçe istedim. Yüzüme tersçe bakınca, İngilizce olarak kendisini Türk sandığım için Türkçe konuştuğumu söyledim. Bir anda kabalaşarak kızgınlığını ifade etmeye başladı. Durumun kavgaya dönüşeceğini anlayan acente memuru araya girerek kavgayı önledi ve şahsın ayrılmasını sağladı. Ben durumu anlamak için memura olayın nedenini sordum. Memur bu şahsın Yunanlı olduğunu onları 400 sene yönetmemiz nedeniyle Türklere kızgın olduğunu söyledi. Ben, Türklerin kurdukları devletlerle Hindistan’ın kuzeyini bin yıldan fazla yönettiğini söyleyip; “Sizde mi bize kızgınsınız?” diye sordum. Acente görevlisi gayet içten bir biçimde; “Tam tersi, biz Hintlilerin size yani Türklere iki konuda teşekkür borcumuz var. Türklerin yaptığı muhteşem eserleri her yıl milyonlarca turist ziyarete gelip döviz bırakıyor. İkinci teşekkürüm, Atatürk’ün Anadolu’daki zaferiyle biz Hintlilere bağımsızlık yolunu göstermesidir. Ayrıca, Hindistan kırsalında okuma yazma mücadelesini Atatürk’ün eğitim sistemini örnek alarak yürüttük. Türkiye’deki Eğitim Enstitüsü uygulamasını biz burada yaptık.
Sevgili Kristal, hiçbir zaman kalemim, kelime hazinem ve edebi gücüm; Atatürk’ü Sayın Mehmet Ali Ergöz’ün yaşadıklarından daha iyisini anlatmaya yetmezdi.
Tükenmişlikten başarı yaratmamıza rehberlik yapanlara ve çaba gösterenlere selam olsun…
Mikdat Besni
Comments